Sağlıklı yaşamın temelini oluşturan dinamiklerden biri de alınan besin takviyeleri ve vitaminlerdir. Vücudumuzun hormon, vitamin, mineral dengesini sağlayan bu tür takviyeleri düzenli olarak kullanmak -tabii doktor kontrolünde- sağlığımızı korumamızı sağlar. Tüm bu takviyelerin hepsi gerekli mi? Evet! Peki ama neden? Gelin birlikte inceleyelim.
Genetik bilimi mucizesi
İnsan sağlığında olumlu anlamda en büyük sıçrama genetik bilimiyle gerçekleşti diyebiliriz. Eski zamanlarda birçok hastalığın tedavisi mümkün değilken bugün, genetik bilimi sayesinde yapılan testlerle bir kişinin hücre ve organları hakkında en spesifik bilgilere ulaşmak mümkün. Hatta tüm bu bilgiler ışığında “Yaşlılık bir hastalıktır” (Aging is a disease) kavramı doğdu. Bu kavramla da birlikte birtakım önleyici tıp (preventative medicine) tedavileri geliştirildi. Şu dönem yeni bir atlama yaşıyoruz: Yapay zeka (AI) ile birlikte gelişen teknoloji sayesinde kişinin nelere/ne kadar ihtiyacı olduğunu ve en önemlisi ihtiyacı olan o molekülü üretebilmeye başladılar. Daha önceleri doktor kontrolüne sadece vücudumuzda bir sorunla karşılaştığımızda gidiyorduk. Oysa önleyici tıp sayesinde sağlığımız yerindeyken bile tüm genetik, hücresel ve kan değerlerimizin taramaları yapılıyor. Böylece bedenimizin diyabet, metilasyon problemleri gibi sorunlara karşı potansiyeli var mı yok mu; önceden saptanmış oluyor. Önleyici tıp kapsamında; yaşam tarzı değişiklikleri, düzenli sağlık kontrolleri, takviyeler, aşılar, sağlık eğitimi gibi yöntemler sayesinde bu sözünü ettiğimiz genetik yatkınlığımızın olabileceği saptanan rahatsızlıklar, aktive olmadan önlenmiş oluyor.
Hepimizin bildiği gibi birtakım laboratuvar testleri sonucunda bir kişinin tüm vitamin ve mineral değerleri ölçümlenebiliyor. Dolayısıyla o kişinin hangi vitamin-mineral değeri düşükse ona göre takviye reçete ediliyor. Aynı şekilde yüksekse de yine ona uygun takvilerle tedavisi sağlanabiliyor. Üstelik eski zamanların aksine genelgeçer bir mantıkla takviye reçete edilmiyor! Diyelim ki kendinizi halsiz hissediyorsunuz; direkt D vitamini almak yerine kan değerlerinize laboratuvar testleriyle bakılıyor, o test sonucu uzman tarafından değerlendiriliyor. Tahlilinizden çıkan matematiksel sonuca dayalı olarak da doktorunuz gerekli görürse D vitamini takviyesini reçete ediyor. Dolayısıyla genetik biliminin sağlığımıza direkt ve en önemli katkısı, genel reçeteler yerine herkesin kendi kan değerlerine göre, o kişinin bünyesine en uygun takviye alabilmesinde yatıyor.
Unutmayın: Sigara içmenin sağlığa zararlı olduğu bile -hatta kansere yol açtığı- henüz 1960’lı yıllarda genetik biliminin bu mucizevi çalışmaları sonucunda saptanabildi!
Yeni bir çağ!
1800’lü yıllarda insanların ortalama ömrü yalnızca 40’lı yaşlarken 1900’lü yıllarda bu oran 70’lere çıkmıştı. 20. yüzyılda insan ömrü için bir on yıl daha uzadı diyebiliriz. Günümüze yani 21. yüzyıla geldiğimizdeyse insanoğlunun en önemli hedefleri arasında bu oranın çok daha artırılması olduğunu görüyoruz. Üstelik sadece rakamsal olarak bir artıştan söz etmiyoruz; “80’lik gençler”den bahsediyoruz. Gayet sağlıklı bir şekilde çocuklarına, yakınlarına ya da herhangi bir bakımevine ihtiyaç duymadan, 80-90 hatta 100 yaşında bile pekala kendi kendine yetebilen kişilerden söz ediyoruz.
Ne yazık ki çevremizdeki 70-80 yaşlarındakilerin çoğu, elden ayaktan çekilmiş, hayat enerjisi olmayan, adeta bu dünyada “gün dolduran” kişiler. Oysa şimdi yeni bir çağ başlıyor; bu kez 100 yaşında bile sağlıklı kalabilen bireylerden bahsediyoruz! Çok değil; sadece bu birkaç yıl içinde öyle sağlıklı, hayat dolu, aktif, yaşam enerjisi yüksek kişiler olacak ki etrafımızda -umuyoruz ki biz de öyle oluruz- onlara artık “yaşlı” bile diyemeyecek hale geleceğiz!
Sağlık tarihçesinin dönüm noktaları
20. yüzyılın başlarına kadar diyabet hastalığının ölümcül olduğunu biliyor muydunuz? Bunun nedeni insülin tedavisinin henüz bulunmamış olmasıydı. İnsülin, pankreasta üretilen bir hormon ve vücudun kan şekerini düzenlemeye yardımcı olur. Diyabet ise vücudun yeterli miktarda insülin üretememesi ya da üretilen insülinin etkili bir şekilde kullanılamaması durumudur.
1921’de Frederick Banting, Charles Best, James Collip ve John Macleod’un çalışmaları sonucunda insülinin keşfedilmesi, diyabet tedavisinde devrim niteliğinde -Prof. Dr. John Macleod ve Frederick Banting’e 1923 yılında Nobel ödülünü de getiren- büyük bir gelişme yaşandı. Bu keşif, diyabet hastalarına insülin takviyesi yapılabilmesini sağladı ve bu da diyabetin ölümcül olma riskini büyük ölçüde azalttı. Kısacası insülinin keşfi, diyabet hastalarının yaşam kalitesini önemli ölçüde artırdı ve hastalığın ölümcül olma riskini azalttı.
Aynı şekilde penisilinin bulunup, ilaç olarak kullanılmaya başlanmasıyla o güne dek, ortalama sadece 40 yaşına kadar olan insan ömrü neredeyse iki katına çıkmış oldu. Penisilin, İngiliz mikrobiyolog Sir Alexander Fleming tarafından 1928 yılında keşfedildi. Fleming; stafilokok bakterileri üzerinde yaptığı deneylerde, aslında bir küf mantarı olan “penisilin küfü”nün salgıladığı bir maddeyle bakterilerin büyümesini engellediğini fark etti. Ve bu madde, hepimizin bildiği penisilin olarak adlandırıldı. Penisilin, antibiyotik özelliklere sahip ilk keşfedilen ilaçtır ve bakteriyel enfeksiyonların tedavisinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Öyle ki bu müthiş keşfi sayesinde Sir Alexander Fleming, 1945 yılında Nobel Tıp Ödülü’nü kazanmıştır.
Peki, her geçen yüzyılda insanoğlunun ömrünün giderek yükselmesi, bu kıymetli keşifler sayesinde olmadı mı? Öyleyse bilimin keşfedilmeyi bekleyen sonsuz evreninden yeni mucizelerle insanoğlunun ömrünü daha da uzatmak neden mümkün olmasın? Bu yeni çağda insanoğlu artık hücre sağlığı alanında çok olumlu yollar katediyor.
Öne çıkan takviyeler neler?
Örneğin tüm klinik çalışmalar; nitrik oksidin takviye ilacı olarak alınmasının hayat kalitesini artırdığı yönünde. Kalp-damar sağlığı üzerinde önemli bir rol oynayan bir molekül olan nitrik oksit vücutta doğal olarak üretilir. Sağlıklı kan dolaşımını ve kan basıncını destekler. Beyne ve diğer organlara sağlıklı kan akışı sağlar. Bilişsel işlevi ve hafızayı güçlendirir. Zengin bir antioksidan kaynağıdır. Ayrıca sporcular da performanslarını güçlendirmek amacıyla nitrik oksit takviyesi alır.
Hücresel beslenme mucizesi! Hücresel beslenmeyle sağlanan uygun takviye alımı ise hücrelerin sağlıklı bir şekilde yaşamasını ve uzun ömürlü olmasını destekleyerek longevity kavramına katkı sağlar.
Ayrıca güçlü bir antioksidan kaynağı olan Urolithin A post-biotic (nar ekstraktı) gibi besin takviyeleri de özellikle ilerleyen yaşa bağlı kas erimesini büyük ölçüde azaltır, aynı zamanda mitokondriyal fonksiyonu ve kas enerji metabolizmasını artırır.
Probiyotik takviyeleriyse ikinci beynimiz olarak bilinen bağırsakların çalışmasını düzenler. Özellikle bağırsakta bulunan akkermansia muciniphila bakteri türü, bağırsak sağlığı için birebirdir. Obezite, tip 2 diyabet ve bağışıklık sistemini düzenleme gibi çeşitli sağlık yararlarına katkıda bulunur. Bu mikroorganizma besin takviyesi olarak alındığında, prebiyotikler ve probiyotikler gibi besin takviyeleri aracılığıyla bağırsak sağlığını önemli ölçüde destekler.
90 yaşında dalış keyfi!
Zaman zaman şu tür haberlere muhtemelen siz de denk gelmişsinizdir: “108 yaşında hala hayatta!” ya da “Tam 112 yaşında.” gibi… Ancak bu yeni dönemde alınacak -tabii yine hatırlatalım; uzman tavsiyesiyle- besin takviyeleri sayesinde yaş kadar nitelikli yaşamları da konuşmaya başlayacağız. Kendi öz bakımını yapamadığı için bakımevlerinde ya da yakın aile bireyleriyle birlikte yaşamaktan başka şansı olmayan, ömrünün geri kalan kısmını hastalıklarla mücadele ederek geçiren “yaşlılar” yerine sağlıklı yaş almış kişiler olacak çevremizde.
Longevity alanında yapılan birçok çalışma sayesinde “yaşlı demek, hasta demek” algısının değiştiği sağlıklı günlere uyanabileceğiz. Tıpkı penisilin, insülin gibi ilaçların keşfinden önce ölümcül olan hastalıkların günümüzde artık devalarının bulunuşu gibi. Kim bilir yaşla ilgili haberler artık şunlara evrilir: “108 yaşında ve müthiş kayak yapıyor!”, “Şarm El-Şeyh’te düzenlenen 90 yaş üstü dalış turlarına yoğun ilgi vardı!”